17 Eylül 2014 Çarşamba

Köprü Üstü Aşıkları (Les Amants du Pont-Neuf)



Ağzımda şekerli bir tat bırakan 1991 yapımı Paris'te çekilmiş Leos Carax filmi, orijinal Fransızca adı Les Amants du Pon-Neuf

Zaten rüştünü çoktan kanıtlamış Fransız Yönetmen Leos Carax amcanın 1991 yılında Paris'in Seine nehri üzerinde kurulu en eksi köprüsünü kapatmak suretiyle çektiği film. Kadın oyuncu Juliette Binoche, erkek oyuncu ise Denis Lavant.

Bu film için son zamanlarda izlediğim en güzel özgürlük/aşk filmi diyebilirim. Herkes filmden ayrı bir şeyler çıkarmıştır eminim ama ben bu filmden kelimenin tam anlamıyla yalın bir özgürlük duygusu çıkardım.  Metropol insanı en son ne zaman böyle özgür aşkı tattı, metropolü geçtim ben en son ne zaman bu kadar özgür hissettim, filmi izleyince düşündüm ama bilemedim. Bir yanımı ezip yaralarken bir yanımı da ansız bir keyifle doldurdu bu film. Onlarla ben de koştum ben de dans ettim sanki. Ben de özgürlüğümü yaşadım. İçine girebildiğim ender filmlerden biri oldu kısacası.



Gelelim konusuna bir bakmaya; Alex (Denis Lavant) ve Michele (Julliette Binoche) iki evsiz, iki pespaye, iki özgür aşık. Michele terk edildiği bir aşktan çıkmış öfkeli, aslında bir burjuva olmasına rağmen sokakları seçmiş, bir gözünü kaybetmiş diğerini kaybetmek üzere olan bir ressam. Ne zaman resim yapmaya davransa gözleri acıyor ve bayılıyor. Burada kör olan Rebbrandt'a bir gönderme var. Zaten filmin içerisindeki müze sahnesinde de bu göndermeyi net bir şekilde görüyoruz. Alex ise tam bir sokak yaşayanı, ilk sahnedeki alnını asfalta sürtme ve sonrasında evsiz toplayıcıları tarafından barınağa götürülmesinden ne derece umarsız ve yitik olduğunu anlayabiliyoruz. Ateş dansçısı, kendine fiziksel şiddet uygulamaktan korkmayan, ilaç almadan asla uyuyamayan bir serseri.  Bu iki özgür ruh bir şekilde bir araya geliyorlar ve tutkunun dibini gören bir aşka tutuluyorlar. Senaryonun güzelliği, bu iki aşığın muhabbetinde, yapıp ettiklerinde asılında. Aşklarını sürekli çılgınlar gibi koşarak, dans ederek, tüm dünyevi kaygılardan arınmış, maddeden bağını koparmış bir şekilde en basit haliyle çırılçıplak ve umarsızca yaşıyorlar. İşte o özgürlüğün kekremsi kokusunu filmin bu sahnelerinde kokluyorsunuz.



O kadar özgürler ki havai fişeklerin altında (1989 Fransız ihtilalinin 200. yıl kutlamaları var Paris'te) koşarak çılgınca dans edebiliyorlar, şarapları şişe şişe devirip sabahlara kadar boş kahkahalarla gülebiliyorlar (dünya kocaman ama kendileri küçücük), sürat teknesi kaçırıp Seine nehrinde su kayağı yapabiliyorlar, gün batarken kumsalda çırılçıplak saatlerce koşup birbirlerinin ismini haykırabiliyorlar, gece olunca aynı kumsalda koyu koyuna uyuyabiliyorlar, çimlerin üzerinde sevişebiliyorlar, metro tünellerinde amaçsızca dolaşıyorlar... daha bir sürü güzel kare.



Alex için ayakkabısının tekini cup diye nehre atmak ile günlerce uğraşıp hırsızlıkla topladıkları paraları nehre atmak arasında bir hiçbir fark yok. Paranın, eşyanın, şuyun buyun boyunduruğunu hissetmeden, tamamen özgürce yaşıyor hayatını da aşkını da. İşi, ailesi, evi olmayan insan güncel kaygıların yüküyle ezilmeyen insan aynı zamanda. Önüne geldiği gibi yaşamak, dahası mutluluksa mutluluk, ayrılıksa ayrılık her türlü anın en basit hissiyatını bile dibine kadar hissederek yaşamak onlarınki. O özgürlük  duygusunu filmde doyasıya alıyorsunuz. Ben filmi bu hissettirdikleri için sevdim sanırım. 



Söylemeden geçmeyim, Juliette Binoche hep orta yaşlarında oynadığı filmlerdeki tini mini hanım edasıyla aklımda kaldığı için bu filmdeki halinden ayrıca etkilendim. O da bir zamanlar çılgın bir genç kadınmış dedirtti açıkçası.

Bir de bu film bana fena halde Antonioni'nin zabriskie point filmini  hatırlattı. Çok benzerinin amerika versiyonu diyebileceğim bu filmi de izleyin derim. En son Zabriskie point filminin  ev patlatma sahnesinde bu kadar heyecanlanmıştım. İlginç ama o sahne ile bu filmdeki havai fişekler patlarken koşarak dans ettikleri sahnesi aynı derecede beni heyecana gark etti.

Son olarak, filmde görsel olarak çok güzel sahneler var. Kurguyu beğenmesek bile sadece sahneler için izlemek lazım. Metroda afişlerin yandığı sahne, dans sahnesi, nehre düşmeleri, şarhoşluk halleri, kumsaldaki sahneler ... hepsi hepsi çok zevkliydi. Ayrıca müzikleri de ayrı şahane.




3 Ağustos 2013 Cumartesi

Rüzgar bizi götürecek...


99 yapımı Abbas Kiarostami filmi. imdb

Kiarostami sevenler bir başkadır, zira Kiarostami bir başkadır. 
Kirazın Tadı ile tanışmıştım ben kendisiyle ve hayran kalmıştım, yavaş filmlere bayılan biri olarak.

Bu film, baştacı kabul edilen iki filminden diğeri oluyor. Dedik ya ilki "kiraz" diye. Hikaye, kurgu ve görsellik olarak onun kadar iyi. En iyi iki filmi bunlar. Çünkü yaşlandıktan sonra biraz bozdu kendini sanki....


Gelelim "Rüzgar"a....
Hikayeyi özetlemeyeceğim bu sefer. Çok sıkılıyorum bunu yaparken. Filmi izledikten sonra gelin okuyun yazdıklarımı. İzlemediyseniz hemen aynen dönün gidin bence.

1) Uzun uzun yolları görüyoruz tepeye konuşlanmış bir kameradan. Sarı-kızıl geniş tarlalar, tek tük ağaçlar. Sesler geliyor. Konuşmalar diyaloglar var ama hiç insan yüzü görüntüsü yok. Sadece uzaktan yolları kateden aracı görüyoruz, içindeki insanları da sadece duyuyoruz. Yönetmen insan yüzlerine takılmamış. Diyalog sahnesi varsa konuşan kişiyi kameraya göstermemek eski bir devrimci tekniktir. Yani Abbas'ın icadı sayılmaz ama dozajında kullanmış diyebiliriz. (Dozaj dediysem, seyirciyi şaşırtma ve rahatsız etme noktasına gelene kadar. Rahatsız olacaksın tabi ki, olmuyorsan sorun var demektir)

2) "Çalışmak nedir?", "kim çalışır, erkek mi kadın mı?", "boş durmak nedir?" bu sorulara fena halde takılmış yönetmen. Sürekli bir erkek mi çalışır kadın mı? (sadece hasat zamanı işi olan köylü erkekler), kadın aslında boş mu duruyor (kahveci kadın), yalnız çalışmak olur mu? (çukur kazan çocuk), işini kaybetmemek için fabrika patronuna nasıl kendini kanıtlarsın? (öğretmenin babası)... gibi "çalışma" kavramı üzerinden bir muhabbet dönüyor filmde. Neden bu kadar takıldığına ve neden bunun üzerine tonla diyalog yazdığına pek bir anlam veremedim. "Gender" mevzusuna parmak basıyor olabilir, bunu anlıyorum. Filmde, kadınların hepsi çok çocukluydu ve sürekli hamileydiler. Kadınların gündüz evlerinde gece de yataklarında çalıştığına dair bir vurgu vardı. Kadından kahveci mi olur, bu iş midir, kadınların yaptığı aslında iş değil de erkeklerinki iştir gibi....tartışmalar vardı. Bana biraz aşırı geldi ama tabi ülke olarak İran'ı, yıl olarak 1999'u ve mekan olarak da köy ortamını düşünürsek, anakronik hataya düşmemek adına, ikna olabiliriz.



3) Yavaş filmleri severim dedim ama bir ara gerçekten uykum geldi. Mühendis bey diye tanınan kişinin ve yüzlerini hiç görmediğimiz (bakınız birinci madde) arkadaşlarının ne için orada olduğunu, filmin sonunda ölen teyzenin cenazesi için toplanan kadınların fotoğraflarını çekmeye çalışana kadar gerçekten anlamadım. Ta ki o fotoğrafları çekmeye başlayınca dank etti. O bahsi geçen töreni filme çekmek için oradaydılar, bir yaşlı kadının öleceğini düşündükleri için o köye geldiler, günlerce kadının ölmesini ve yapılacak töreni kaydetmek için beklemişlerdi. Ben uyuklaya uyuklaya izlemeye çalışırken, bu "dank" ediş anını bana yaşatmasaydı eğer herhalde filmi o kadar sevmezdim, zira şiirle aram pek iyi değildir :) 


4) Hikayenin ortasında (hala adamların ne yapmaya çalıştığını anlamamışken yani) eminim izleyenlerin hepsi, adamların amacının yaşlı kadını öldürmek olduğunu düşünmüştür. Mühendis beyin katil olacağını ve yakında kadını nasıl öldüreceğini planladığı sahneleri izleyeceğimi sandım yalan söyleyemem. Bir ara çukur kazan çocukla (onun da yüzünü hiç görmedik, bkz birinci madde) kazma muhabbeti yaptılar. O noktada kazma ile katil olacağını düşündüm. İşte lanet olsun değil mi? hep holivud kafası bunlar. Nasıl da içimize işlemiş....