2010 yapımı Derviş Zaim filmi.Yine ne varsa ustalarda var filmi. Zaim'in nihayet memleketine dair bir iş yapma filmi. Kıbrıs sorununa en insani yaklaşan, orada ve daha dünyanın birçok yerinde yaşanan toprak kavgasının, paylaşamamanın, öldürmenin, kayıpların ve acının filmi.....
1960lardan sonra Kıbrıs'ta yaşanan olayları anlatan pek fazla film yok. Olsaydı da zaten bu kadar iyi olamazdı dedim filmi izlerken. Hep kitaplarda okuduk biz Kıbrıs meselesini. Hala da okuyoruz, haberlerde dinliyoruz. Sadece Kıbrıs değil tabi ki, toprağın olduğu heryerde kavga, ateş, ölüm, ayrımcılık ve dahi savaş hep var. Hala içimizde ve aramızda. Çoğumuz sadece ajanslardan boş boş seyretmekle kalıyoruz, elimizden gelen hiçbir şey yok belki ama sürekli yabancılaştırılıyoruz ve duyarsızlaştırılıyoruz. İlk defa bu kadar yakından, ilk defa bu kadar derinden hissettim orada yaşananları. Zaten sinemanın benim için en büyük anlamı, izlediğim her ne olursa olsun sanki o benmişim gibi hissettirmesidir bana. Bunu bazı filmler çok iyi başarır, bazıları boş gözlerle akan renkli ışıkları seyretmek gibi kalır. Bu film, acıyı çok iyi tarif etmiş, çok iyi yaşatmış, dedik ya ne varsa ustalarda var diye....
Senaryonun derinliğinin yanında, teknik anlamda sahne geçişleri (sahnenin oyuncunun elinde ya da duvara asılmış bir resme dönüşmesi), müzik (hafif ritimli dramatik), oyuncular (özellikle Hazar Ergüçlü), şive (Kıbrıs Şivesi) hepsi çok iyiydi. Anlattığı hikayenin rengi gibi sarı sapsarı bir filmdi. Filmde anlatılanların çoğu gerçekten de yaşanmış şeyler işte o insana fena halde koyuyor. Tarih kitaplarından okuduğunda iki saniyeden fazla sürmüyor acının, kıyamın, savaşın etkisi belki ama sinema öyle güçlü bir araç ki cast akarken saatlerce gözyaşı döküp günlerce etkisinden kurtulamayabiliyor insan.
Filmin sinopsisini okyanların da öğreneceği gibi Karagöz sanatı, filmin senaryosunda merkezi bir noktaya koyulmuş. Bir Karagöz oyunu ustası ile kızı etrafında dönen olaylar gibi gösterilmiş ama esas amaç Kıbrıs olaylarını anlatmak, Karagöz yan mesele gibi bence. Filmin Zaim'in geleneksel Türk sanatları üçlemesinin son parçası olduğu (Cenneti Beklerken ve Nokta'dan sonra) aktarılmış ancak Karagöz ve Kıbrıs biraz alakasız olmuş gibi hissettim, sanki zorlama var. Ya da çok sağlam bir ironi, Kıbrıslıyız ama Anadolu kültürü de bizimdir gibi....
Konuya çok fazla girmek istemiyorum ama bahsetmeden geçemeyeceğim. Derviş Zaim, filmde şehirdeki Türk komutan rolü ile Kendisini de dahil etmiş filme, yönetmenin filmde kendisine küçücük bir rol vermesi çok eski bir gelenek ama Türk ustalar arasında son dönemde çok gözde oldu. Genellikle filmlerin, yönetmenleri ile anılmasını bırakın, isimleriyle bile de değil de popülaritesine göre oyuncuları ile anılması can sıkıcı. Durum bununla alakalı mı bilemem ama son zamanlarda çok kullanılan bir uygulama. Bu arada, filmdeki detaylar da çok iyiydi, hep aynı kıyafetlerin fakirliğe olan göndermesi, duvar sloganları, gölge oyununun perdesindeki kıbrıs şekli, lamba suyu kuru ekmek ve elma, ilk öldürülenler olarak Cevdet'in de Dimitri'nin de kafalarına sardıkları beyaz bezler ve diğer tüm detaylar başarılı...
Velhasıl kelam ben çok film izlerim ama her film hakkında söyleyecek bir şeyim olmaz, bazı filmlerde de susamam. Filmi de tamamen anlatıp konusunu cıvıtmak da hoş kaçmaz neticede her göz aynı filmde başka başka şeyler görecektir. Gölgeler ve suretler içimi titretti, gönül telime bastı, beni tümden kuşattı ve tarzına da hayran bıraktı. Hiç sebep yokken ailenden evinden uzaklaşmak zorunda kalmanın anlamsızlığını, sevdiğin insanların ölümüne şahit olmanın dayanılmazlığını, ölümün getirdiği acının insanı katil edecek kadar nefretle doldurmasının ironisini, insan olmanın insan gibi yaşamanın özlemini, silahın ve kavganın iğrençliğini, herşeyi saklayan örten yegane yaşam kaynağının toprak olduğunu anlattı, yaşattı. İzleyiniz....