17 Kasım 2012 Cumartesi

Fanaa...


Her izlediğim filmi aslında bu blogta paylaşmıyorum. Çok film izlerim lakin her film beni etkilemez. Bir filmin beni etkileyip etkilemediğini izlediğim günün ertesi sabahı uyandığımda aklıma gelip gelememesinden anlarım. O yüzden bu blog içerik olarak henüz dolu dolu değil, tabi blog fikrini geç bulduğum için önceden  izleyip yazamadıklarım daha çok.



İşte 2006 yapımı bir Bollywood filmi olan  "fanaa"yı dün akşam izledim, molalarla birlikte akşa 7'den 11'e kadar sürdü. Esasen insan kapasitesi en en fazla 3 saat dayanır film izlemeye, bu film de 168 dakika görünmesine rağmen molalarla 4 saate dayandı.

Garip olan şu ki, pek sıkılmadım, zira tam film bitti derken II. perde yazıyor ve izleyiciyi pek fena şaşırtıyor. Çünkü aslında sıradan bir bollywood aşk hikayesi diye başlıyor film. "Black" filmini henüz yeni izlemişken, bir tane daha hintli kör kız, gene mi yaaa... diye isyanla başladım.
Amma fekat lakin, ikinci perdeye kadar sıkılmış olanlar ikinci perdede birden aksiyon ve gerilim içinde buluyor kendini. Bu nasıl bir geçiş ey yönetmen??? serseri çocuk (rehan yani aamir khan) sonradan bir ameliyatla şıp diye gözleri açılan kör kızı (zooni yani kajol) kendisini öldüğüne inandırıp, Hindistan -Pakistan arasındaki Keşmir  meselesinde gizli bir gerilla örgütünün başındaki amcasına çok önemli bir silah parçası götürme görevi için yokoluyor. Yaniciğime, ilk sahnede kızla oğlan yağmırlar altınada dans edip, sevişiyorlar, yeni delhinin altını üstüne getiriyorlar, birbirlerine şarkılar söylüyorlar...buraları hep klasik bollywood sahneleri.
Sonra birden bire "mission impossible" tadında kaçma kovalama sahneleri. Gerçekten hayatımda böyle hızlı bir geçiş görmedim fakat farklı olarak bu hızlı geçiş fazla rahatsız etmiyor zira hemen aksiyona kendinizi kaptırıvermiş oluyorsunuz.  İkinci perdenin zooni kızımıza ne zaman bağlanacağını düşünürken, tabiki rehan onca kovalamacadan yorgun ve yaralı bir halde zooni'nin aykalarının dibine düşüveriyor. Üstelik bir oğulları olmuş ve annesi adını "rehan" koymuş. Karşılaşma sahnesinde, zooni rehan diye bir bağırıyor, e tabi seyirci de diyor ki hani o zaman kördü nasıl tanıdı şimdi? tabiki tanımadı, aynı ismi verdiği oğlunu çağırıyormuş meğer...bu şaşırtmaca iyiydi filmi ilerleyen sahnelerin de suyunu çıkartana kadar kullanıldı zaten.


Efenim, burdan sonrası yine dram/duygusal, hatta biraz fazla da duygusal zira Rehan'nın özgürlük mücadelem mi yoksa kaybedip yeniden bulduğum aşkım mı? ikilemini tartışıyor. Tabi ki rehan'ın bu açmazı ve zooni'nin bunca yıllık hayal kırıklığının ağırlığı seyirciyi de içine sarıp götürüyor. Diyorum ya iyi film/iyi oyunculuk göstermeye çalıştığı duyguyu aynı zamanda yaşatandır. Biz en son, al yazmalımda da bu duyguyu oyuncularla birlikte bizzatihi yaşamıştık, o yüzden al yazmalım kült film oldu. Fanaa filmi de böyle duyguyu yaşatan bir film, bu yüzden güzel, bu yüzden sabah sabah yine aklımda....



Şimdi eleştirilecek şeyler yok mu? elbetteki var,  kör kızın gözlerinin şıp diye açılması, bir kurşunla dumanı tüte tüte düşen helipkopterler, esas oğlanın vurulup vurulup ölmemesi, sürekli şarkılı türkülü dans sahneleri, göze batan uçurumdan düşme sahneleri gibi. Tabi bunlar filmin acemilikleri, yönetmen değilim, belki de bu seyircideki gerçeklik hissini aniden kıran noktaları yok etmek mümkün değildir ya da çok zordur, bilemem ama seyirciyi anlık da olsa ekrandan kopartır bunlar.


Gelelim, süper detaylara, zooni'nin babasının çokcuksu endişeli hali, annesinin bilgeliği, rehan ve zooninin oğullarının sevimliliği, sürekli tırmanan kurgusu, eşsiz doğa manzaları, siyasi bir meseleye yanlı da olsa bir şekilde vurgu yapması ve tabi ki de aamir khan'ın müthiş oyunculuğu. Bu adam için ayrı bir post yapmalıyım...kızın peşinden saatlerce koşarak en sonunda sabaha karşı yanına vardığında mosmor olmuş dudakları filmin en güzel detayıydı bence. son olarak bir hint klasiği olan bitişik kaşlarıyla bayan oyuncu kajol'a da burada selam çakalım.

En önemli şeyi söylemeyi unuttum, filmin müzikleri, hikayenin içine sizi alıp kilitleyen en önemli şey müzik, müthiş güzel müzikleri var, özellikle duygusal sahnelerde çalan "Mere haath mein" inanılmaz güzel.şiddetle tavsiye olunur...

16 Haziran 2012 Cumartesi

"kağıt"



2008'de çekilmiş ancak 2011'de gösterime girmiş Sinan Çetin filmi. Senaryosu eksik, görselliği ciddi anlamda sağlam ama felsefesi bozuk filmi. Sinopsisi ile kendimi yormadan direk eleştiriye geçeceğim. Yönetmenin nasıl bir kafa yapısına sahip olduğunu vatandaş zaten net bir şekilde biliyor, zira düşüncelerini doğrudan paylaşan bu anlamda açık yürekli bir insan. Birçok filmi, dizisi ve sairesi var, üstelik bir de afilli bir yapım şirketi var...Film konusu gereği, kanunları, devleti ve onun emir eri memurlarını tokatlama çabası içerisinde.



Devletin koyduğu bazı yasakların ve yasaların insan hayatını kolaylaştırmak yerine zorlaştırdığı mesajı, yönetmen olmaya çalışan ancak o dönemin yasaları yüzünden çekim izni alamadığı için geleceğini, ailesini ve arkadaşlarını kaybeden genç bir adamın (Emrah- Öner Erkan) başına gelen dramatik olaylar üzerinden anlatmaya çalışmış. Devletin yasakçı ve otoriter zihniyetini sürekli kocaman gözlükleri ile yasalara itaat etmekten acımasızlaşmış orta yaşlı bir kadın memur (Müzeyyen hanım -Asuman Dabak) üzerinde  simgeselleştirmiş. önetmen, vakti zamanında ilk filmini çekmek için bu tarz bir izni alamamış ve bu film için kendi olaydan esinlenmiş, deniyor.




Filmi izledikçe, derdini anlamakla birlikte, kızdıkça kızdım desem yeridir. Bir kere filmin başına "Kültür ve Turizm Bakanlığı sinema fonunun katkısı olmadan yapılmıştır" gibi bir cümle koymuş. Birincisi bu ifade neye gönderme? O fon sayesinde filmde anlatılan dramı yaşamaktan kurtulan acaba kaç yönetmen adayı var, bunu bir düşünmek lazım. İkincisi, koskoca plato yapımcılık, tabi ki katkı filan almadan yapacak, aynı şirketin çok tutulan dizileri ile seyircinin gözüne soktuğu reklamlarla kaç milyon dolarlar kazanıldı allah bilir. Ayrıca, Sinan Çetin'in, Emrah karakterinin filmini çekebilmek için para almaya gittiği kırmızı gömlekli, bağrı kıllı, sektörün mafyası olmuş para babası yapım şirketi sahibi karakterden bir farkı sürekli giydiği siyah tişörtüdür herhalde.

Gelelim kafama takılanlara... filmin ilk sahnelerinde rejisör olamamış Emrah bey, sabit fikirli memure Müzeyyen hanımı, duvarları kağıtlarla bezenmiş evine getirdiğinde, yazdığı kitapları gösteriyor ona. "Kanunsuz düzen", "az kanun çok hayat" vb isimli kitaplar. kitapların adından da anlaşılacağı üzere yasaların ve devletin gereksizliği üzerine yazılmış, çünkü Emrah filmini çekmesi/gösterime sokması için kendisine kanun gereği verilmeyen bir evraktan muzdarip. O sahnede "kanun olmazsa düzen olmaz mı", "devlet insanın özgürlüğünü elinden alır" şeklinde devam eden bir diyalog var. İyi güzel, anlamlı bir mesaj verilmeye çalışılmış. harika, ama ey senaryo yazarı ve yazarları hiç mi siyaset tarihi okumadınız? John Locke, Hobbes ya da J.J. Rosseau gibi düşünürlerden haberiniz var mı? Devletin ve kanunların hangi yüzyılda ortaya çıktığını bilen var mı acaba aranızda? Eğer felsefi bir kaygı içerisindeysen ve ucundan acık da olsa siyasi bir diyalog yazma çabasındaysan azıcık tarihine bir bakmak gerekmez mi, diye düşünmeden edemedim. Tüm bunlar yüz yıl önce tartışılmış zaar, dünya üzerinde çeşit çeşit insan var çeşit çeşit ideoloji var, artık tartışmalar başka boyutlara geçmiş ama bu film hala "devlet olsun mu olmasın mı"yı tartışıyor. Tüm dünya anarşizmi de komunizmi de tartışmayı bıraktı. Kapitalizmin kanlı zaferini kanlı bir şekilde kabul etti, geçmişte kalmış kısırlıkları bugünkü özgürlük tartışmalarına taşımak analojide hatadan başka bir şey değil bence. Devletin ve yasaların varlığından ziyade nasıl olması gerektiğini tartışsa "taş üstüne taş koydu" diyebilirdik herhalde. Bir insanın herhangi bir şeyi eleştirebilmesi için önce onun ne olduğunu bilmesi gerekir. Yönetmen, siyaset felsefesini, hukuku ve dünya tarihini pek iyi bilmiyor, dolayısıyla eleştirileri de hatalı oluyor.

Bu felsefik yanlışlığın dışında, görsel açıdan çok başarılı olduğunu inkar etmeden, "goof" tabir edilen teknik hatalarını da yakaldım. Emrah, Muharrem kılığında Müzeyyen hanımın çaycısı olarak çalışırken çolak taklidi yapıyordu. Savcılıktan Müzeyyen hanıma gelen kağıdı ona teslim ederken çolak elini kullandı ama kimse farketmedi. Daha doğrusu Müzeyyen hanım bu duruma uyanmadı nedense. Bilerek yapılmış da olabilir tabi ki. Ancak, benim dikkatimi çekti. Bir noktaya daha takıldım, çekim izni almak için Emrah'ın Ankara'ya kaç kez gittiği sayılıyor sahnelerde. 1. gidiş, 2. gidiş, 3. gidiş ve 5. gidiş. Aradaki 4. gidişi biz niye göremedik orasını da anlayamadım. Ben mi yanlış gördüm diye filmi başa sarıp tekrar kontrol ettim ama yine göremedim. Filmin keyfini kaçıracak kadar mı dikkatli izliyorum ne....

Bu arada, filmin en çarpıcı karakteri Emrah'ın annesiydi. Anne figürü ancak bu kadar iyi anlatılır ve bir anne rolü ancak bu kadar güzel oynanır. Emektar oyuncu Ayşen Gruda'yı tebrik etmek lazım. 12 Eylül döneminde solculuktan (!) içeri giren Emrah'ın saçlarını sıfıra vuruyorlar ve annesi çok yakışmış diyor hem de en sıcak, en içten samimiyetiyle, evlat işte...

12 Eylül demişken, Sinan Çetin'in siyasi bakışını Avrupa Yakası dizisinde muhallebicinin duvarına astığı (sublüminal mesaj bile değil doğrudan göze sokma) Ayn Rand'ın Atlas Vazgeçti romanının afişinden beri biliyoruz. Zaten kitabın Türkiye'de basımı da sayesinde olmuştur. O kitap da bir iki saat tartışılacak bir içeriğe sahip, o konu da bir başka bahara kalsın.



Hah ne diyordum, siyasi görüşü. Filmde Emrah işçilerin direnişini ve devrimci duruşlarını anlatan bir film çekmeye çalışıyor. Solculara bir selam çakmış yönetmen ancak pek yememiş. Sürekli fonda "1 Mayıs" marşı vs. Anlamsız. Objektif / tarafsız olmaya çalışmış. Devlet yüzünden (filmdeki anlatımıyla "kağıt" yüzünden) ölen insanların ideolojik kimliğinin bir önemi olmadığını söyleyebilmek için, her türden isimler akıyor son sahnede ama çorba olmuş biraz. Yani nesnel olduğunu ima etmeye çalışmış ama bu da yememiş. Netice itibariyle çabasını takdir etmekle birlikte pek beğenmedim. (Bunu deme özgürlüğüne sahibim değil mi?)


6 Mayıs 2012 Pazar

Yeraltı

2012 yapımı, Zeki Demirkubuz'un son filmi. Çekim mekanının Ankara olması filmi izlemeye başlamadan önce benim için sempatik bir durum oldu. Tanıdık caddeler mekanlar görmek hoşuma gitti. Zaten bir Demirkubuz filmi izliyor olmak artı bir iken, bir de mekanın tanıdık olması bir artı daha ekledi.
İlk olarak Engin Günaydın'ın başrol oyuncusu olması ile ilgili bir yorum yapmazsam olmaz.Sanırım Engin Günaydın, insanların hafızasındaki komik adam imajını, yetenekli karakter oyuncusu imajı ile değiştirmeye and içmiş. Onun yüzünü görür görmez Burhan Altıntop'u hatırlayıp gülesi gelmeyen insan sayısı aslında çok az ama birçok kaliteli yapımda (başta kendi filmi vavien olmak üzere) yer alması bu imajı kırmak için çabaladığının göstergesi. Esasında başarılı da sayılır, en azından Yeraltı için başarılı buldum. Lakin o konuşurken Burhan konuşuyormuş gibi hissetmeden edemediğim replikler de oldu ne yalan söyleyeyim.

Senaryo ve sahnelere gelecek olursak. Dostoyevski'nin "yeraltından notlar" hikayesinden "serbestçe" esinlenmiş sevgili Demirkubuz, belki de önce aslını okumak lazım doğru yorumlayabilmek için. Ancak bunu yapmadığım için bu noktayı es geçerek konuşacak olursak; hikayenin ilk yarısını oldukça sıkıcı buldum. Senaryonun vurucu kısmı, beklenen heyecanlı atak bir türlü gelmek bilmiyor. Klasik Demirkubuz görselleri ile baş başayız. Hiç vazgeçmeden kullandığı sekanslar tabi ki bu filminde de var. Mesela tercihen tek renk (koyu yeşil, bordo ya da lacivert) bir kanepede elinde külü uzamış sigarasıyla belgesel seyreden orta yaş bunalımlı erkek figürü, eski tip eşyalarla döşenmiş eski evler, bitmeyen dönen merdivenler, takside otobüste boş bakışlı kafaların dayandığı buğulu camlar vs vs vs...Bir kez olsun şaşırtsın istedim ama tabi olaya tarz olarak bakarsak da şaşırtmaması da makbul olabilir. Öte yandan bir de açık televizyon sahnelerinden birinde "Masumiyet"i gördüm ya hele, ah dedim Demirkubuz bir film çektin eyvallah başımız üstüne Türk sinemasının en kült filmidir, yalnız neden hala "Masumiyet"ten geçinmektesin ey yönetmen?

Gelelim hikayeye. İkinci yarıda istediğim patlamaları naçizane bir izleyici olarak kendi adıma buldum diyebilirim. Yönetmen burada sosyal olmakla asosyal olmak arasındaki çizgiyi,  gerçekçi olmakla yalaka olmak arasındaki çizgiyle bir güzel çakıştırmış, tam gözünden vurmuş mesajı bence. Eğer samimi değilsen, nankör değilsen, doğrucuysan kimsen yok demektir. Herkes akıllıdır bir sen salaksındır, hiç arkadaşın yoktur. Toplum içinde sevilen ya da en azından dışlanmayan olmak için yalakalık edebilmen ya da atılan tüm golleri yutman gerek. Benim için filmin en güzel sahnesi Muharrem ve hırsız yazar cevdet ile diğer üç yalaka arkadaşının yemek yediği sahneydi. Muharrem ve Cevdetin diyalogları ile diğer 3 kişinin salak salak Cevdet'in "biz" başlangıçlı her önermesine "eeee veeet" demeleri kısa film olsa her gün izlenebilecek cinstendi. Sadece bu sahne tüm derdini anlatmaya yetmiş bence. O üç şakşakçıdan sonra apartman varoşu Türkan'ın nankörlüğü de cabası. 
Bir insanın çıldırma noktasına nasıl geleceğini bizzatihi yakından görmüş olduk. Bütün evi kırıp dökmek de rahatlatmadı Muharremi, tıpkı öfkesini o insanların yüzüne haykırmayı becerememesine rağmen hep hayal etmesinin de rahatlatmadığı gibi....Yine bir tema yine bir Zeki Demirkubuz filmi diyorum. 
Sonnot olarak; patatesin simgesel duruşunu da ayrıca takdir ettim, bu kadar ağır varoluşsal yüklemelerin arasına hafif hafif komedya da serpiştirmiş ustaca. 

25 Mart 2012 Pazar

gölgeler ve suretler


2010 yapımı Derviş Zaim filmi.Yine ne varsa ustalarda var filmi. Zaim'in nihayet memleketine dair bir iş yapma filmi. Kıbrıs sorununa en insani yaklaşan, orada ve daha dünyanın birçok yerinde yaşanan toprak kavgasının, paylaşamamanın, öldürmenin, kayıpların ve acının filmi.....

1960lardan sonra Kıbrıs'ta yaşanan olayları anlatan pek fazla film yok. Olsaydı da zaten bu kadar iyi olamazdı dedim filmi izlerken. Hep kitaplarda okuduk biz Kıbrıs meselesini. Hala da okuyoruz, haberlerde dinliyoruz. Sadece Kıbrıs değil tabi ki, toprağın olduğu heryerde kavga, ateş, ölüm, ayrımcılık ve dahi savaş hep var. Hala içimizde ve aramızda. Çoğumuz sadece ajanslardan boş boş seyretmekle kalıyoruz, elimizden gelen hiçbir şey yok belki ama sürekli yabancılaştırılıyoruz ve duyarsızlaştırılıyoruz. İlk defa bu kadar yakından, ilk defa bu kadar derinden hissettim orada yaşananları. Zaten sinemanın benim için en büyük anlamı, izlediğim her ne olursa olsun sanki o benmişim gibi hissettirmesidir bana. Bunu bazı filmler çok iyi başarır, bazıları boş gözlerle akan renkli ışıkları seyretmek gibi kalır. Bu film, acıyı çok iyi tarif etmiş, çok iyi yaşatmış, dedik ya ne varsa ustalarda var diye....


Senaryonun derinliğinin yanında, teknik anlamda sahne geçişleri (sahnenin oyuncunun elinde ya da duvara asılmış bir resme dönüşmesi), müzik (hafif ritimli dramatik), oyuncular (özellikle Hazar Ergüçlü), şive (Kıbrıs Şivesi) hepsi çok iyiydi. Anlattığı hikayenin rengi gibi sarı sapsarı bir filmdi. Filmde anlatılanların çoğu gerçekten de yaşanmış şeyler işte o insana fena halde koyuyor. Tarih kitaplarından okuduğunda iki saniyeden fazla sürmüyor acının, kıyamın, savaşın etkisi belki ama sinema öyle güçlü bir araç ki cast akarken saatlerce gözyaşı döküp günlerce etkisinden kurtulamayabiliyor insan.


Filmin sinopsisini okyanların da öğreneceği gibi Karagöz sanatı, filmin senaryosunda merkezi bir noktaya koyulmuş. Bir Karagöz oyunu ustası ile kızı etrafında dönen olaylar gibi gösterilmiş ama esas amaç Kıbrıs olaylarını anlatmak, Karagöz yan mesele gibi bence. Filmin Zaim'in geleneksel Türk sanatları üçlemesinin son parçası olduğu (Cenneti Beklerken ve Nokta'dan sonra) aktarılmış ancak Karagöz ve Kıbrıs biraz alakasız olmuş gibi hissettim, sanki zorlama var. Ya da çok sağlam bir ironi, Kıbrıslıyız ama Anadolu kültürü de bizimdir gibi....

Konuya çok fazla girmek istemiyorum ama bahsetmeden geçemeyeceğim. Derviş Zaim, filmde şehirdeki Türk komutan rolü ile Kendisini de dahil etmiş filme, yönetmenin filmde kendisine küçücük bir rol vermesi çok eski bir gelenek ama Türk ustalar arasında son dönemde çok gözde oldu. Genellikle filmlerin, yönetmenleri ile anılmasını bırakın, isimleriyle bile de değil de popülaritesine göre oyuncuları ile anılması can sıkıcı. Durum bununla alakalı mı bilemem ama son zamanlarda çok kullanılan bir uygulama. Bu arada, filmdeki detaylar da çok iyiydi, hep aynı kıyafetlerin fakirliğe olan göndermesi, duvar sloganları, gölge oyununun perdesindeki kıbrıs şekli, lamba suyu kuru ekmek ve elma, ilk öldürülenler olarak Cevdet'in de Dimitri'nin de kafalarına sardıkları beyaz bezler ve diğer tüm detaylar başarılı...  


Velhasıl kelam ben çok film izlerim ama her film hakkında söyleyecek bir şeyim olmaz, bazı filmlerde de susamam. Filmi de tamamen anlatıp konusunu cıvıtmak da hoş kaçmaz neticede her göz aynı filmde başka başka şeyler görecektir. Gölgeler ve suretler içimi titretti, gönül telime bastı, beni tümden kuşattı ve tarzına da hayran bıraktı. Hiç sebep yokken ailenden evinden uzaklaşmak zorunda kalmanın anlamsızlığını, sevdiğin insanların ölümüne şahit olmanın dayanılmazlığını, ölümün getirdiği acının insanı katil edecek kadar nefretle doldurmasının ironisini, insan olmanın insan gibi yaşamanın özlemini, silahın ve kavganın iğrençliğini,  herşeyi saklayan örten yegane yaşam kaynağının toprak olduğunu anlattı, yaşattı. İzleyiniz....

25 Şubat 2012 Cumartesi

Frost/Nixon


2008 yapımı Ron Howard filmi.
Konusu 1972'de ABD Başkanı Nixon'ın istifa etmesiyle sonuçlanan Watergate skandalı sonrasında, uzun süre sessiz kalan Başkanın ünlü televizyoncu David Frost'la yaptığı ve suçunu itiraf ettiği olay röportajlar ve bu süreçte yaşananlar. Yani gerçek bir olaydan gerçeğe çok yakın bir uyarlama. Zira oyuncular da gerçek kişilere fiziken ve beden dili olarak birerbir benzetilmiş. Kurgunun sadece bazı kısımlarının, o da vurucu olması açısından, uydurma olduğunu okudum. Ama yine de çok az ekleme var ve bu da artı puan.
Amerkalıların kendi tarihindeki skandalları, hezimetleri, ahlaksızlıkları ve bilimum utanç kaynağı hataları filmleştirmek konusunda çekingen davranmadıklarını görüyoruz. Ancak, her hezimeti aktardıkları çoğu filmlerinde bir siyasi propaganda eklemesi de yapıyorlar. Bunu ilk olarak "Pearl Harbor" filminde gömüştüm. Neyse konuyu karıştırmayalım, merak eden II. Dünya Savaşında ABD'nin gafil avlandığı en büyük hatası Pearl Harbur'u önce bir okusun, ardından da filmi izleyip sonundaki ezildik yenilmedik bildirisini de görecektir. (Aklımda geldi de American Beauty filmi bu önermenin istisnasını teşkil eder, onu ayrı bir yere koyarım benim bilmediğim diğerlerini de tabi).

Frost/Nixon filmine gelirsek, Amerikan tarihinde tam bir Makyavelist ruh haliyle davranan Başkan Nixon'ın skandalını konu alan bir film yapmak, ibreti alem açısından takdir edilesi. Ayrıca, gerçek bir olayı konu alması da artı puan benim için(bir grup insan youtube'da röportajın aslını izlemek mümkünken filmini neden çekmişler ki gibi sinemadan anlamayan yorumlar yapmışlar onları boşverelim). Film maliyet açısından düşük bütçeyle halledilebilecek bir konuya sahip ancak seyirciyi hırslandırmayı becermiş, akıp gidiyor, sıkmıyor, diyaloglar da çok başarılı. Genel olarak filmi beğendim, sadece "Frost versus Nixon" boks karşılaşması gibi sunulmuş (hadi bakalım kim kimi laflarıyla, karizmasıyla ezecek hmmm), orası biraz rahatsız etti beni. Skandalı eleştirmek, Nixon'ın yaptıklarını tukaka etmek (amacı taşımıyor olsa bile) kısmı biraz üstünkörü geçilmiş. Skandalın ve Nixon'ın başkanlığı sürecinde yaşanan savaşların, demokrasi eksikliğinin iyi eleştirilemediğini sadece iki kişi arasındaki sinir harbine bağlandığını düşünüyorum. Frost'un mu kariyeri parlayacak, bu görüşmeleri kullanarak ününe ün katmayı, yatırdığı parayı kaldırmayı başarabilecek mi, yoksa Nixon suçlu konumundayken laf ebeliği ve ajitasyon ile kendini haklı göstermeyi başarıp zaten çizilmiş karizmasını acındırma yöntemiyle onarabilecek mi? kim yenecek haydi çıkın bakalım ringe....der gibi.
 gerçek fotoğraf
filmdeki sahne
Filmdeki imgelemlere gelince, çok güzel metaforlar kullanılmış bayıldım desem yeridir, beni benden aldı. İtalyan ayakkabıları meselesi harikaydı, çizburger muhabbeti süperdi, Başkanın röportajlar başlamadan hemen önce Frostun dikkatini dağıtmak için ilgisiz sualler yöneltmesi müthişti, Başkanın gözlerinin arasıra Frostun kızarkadaşına kayması harikaydı, düşmanı gafil avlamanın en etkili yolu olarak Frostun hep gece geç saatlerde telefonla araması, hele hele köpek muhabbeti beni benden aldı. Son röportajdan sonra Nixon, mekanı terk ederken ve itiraf edip suçunu kabullenmenin dayanılmaz ağırlığından ve ömür boyu yapayalnız olacağından bahsettikten hemen sonra sokakta bir bayanın köpeğini sevmesi onunla ilgilenmesi süper bir göndermeydi. Ancak en son sahnede Frost, aradan zaman geçtikten sonra ziyarete geldiğinde, Nixon, televizyoncunun yanına golf arabası yerine yanında bir köpek ile gelseydi mükemmel olurdu demeden edemedim.

İmdb'nin tiriva bölümünü asla es geçmem muhakkak okurum, bu film için de baktım ve başta da söylediğim gibi bazı uydurmalar var demiştim, son röportaj öncesi gece telefon konuşması gerçekte hiç olmamış, halbuki Frost'u hırslandıran ve son röportajda baskın çıkmasına sebep olan olay olarak gösterilmişti o konuşma, yani filmin çok kritik bir yerinde ama aslında olmamış. Garip tabii..beğendik efenim çok beğendik, 7.8 imdb puanını hatta fazlasını hakettiğini düşünüyorum.

3 Ocak 2012 Salı

nesrin cavadzade


Nesrin Cavadzade! sinemanın en yeni, en gelecek vaadeden yıldızı. Cemal Şan ile tanışmasını hayatının önemli dönüm noktalarından biri saydığını söylemesi pek de şaşırtıcı değil bu açıdan. Cemal Şan'ın filmlerinde dert anlatmak gibi bir çabası vardır ve derdini anlatmak için daha hüzünlü, daha büyülü bir yüz bulamazdı herhalde.

Nesrin Bakü doğumlu ve 11 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul'a gelmiş. Sinema bölümü mezunu ve oyunculuk hayatına 2003'te başlamış. Suda Yürümek, (2003), Bir Ticaret Masalı (2006), Gitmek (2006), Dilber'in 8 Günü (2008), Acı (2009) ve en nihayetinde Yangın Var (2011) ve Güzel Günler Göreceğiz'de (2011) rol aldı. TV dizileri de var tabi.
Nesrin'in altın vuruşu bence Dilber karakteridir. doğulu çok çocuklu bir ailenin büyük kızı olarak, aşk acısını hayata isyana dönüştüren bir karakter Dilber. DVD'nin içinde Cemal Şan ve Nesrin Cavadzade ile yapılan bir röportaj da var. Cemal Şan, filmi ile ilgili en sevdiği sahnenin Dilber'in hiç tanımadığı bir adamla (Fırat Tanış) evlenip evden ayrılırken, arkasına dönüp babasına baktığı sahne olduğunu söylemiş. o bakışlarda nefretle karışık  inat ve isyan duygusunu çok iyi vermiş oyuncu. benim de unutamadığım ve içime işleyen sahnelerden biri olarak hafızama kazındı. Bir de, köyden gelen genç bir kız olarak kocasının evinde elektrik ile ilk defa tanıştığı sahne çok başarılıydı. Dilber yanan lambayı görünce gözleri tavana kilitli kalakaldı. Şehirde yaşamaya, ilk defa gördüğü ama kocası olan insana ve tamamen yabancı yeni bir eve alışmaya çalıştığı süreçte geçen sahnelerde duyguyu aktarmakta çok iyiydi gerçekten. fragman için buraya tıklayın.
Gelgelelim Acı filmine. Cemal Şan'ın triolojisinden (Zeynep'in 8 günü, Dilber'in 8 günü ve Ali'nin 8 günü) sonra bu filmin de başrolünde Nesrin var. çok standart bir isim seçilmiş bir filme vermek için, Acı ! dolayısıyla acaba acıyı nasıl anlatacak diye merak ediyor insan. o kadar çok şekli var ki acının! benim sinemadan beklentim anlattığı hikayeyi ya da vermek istediği duyguyu bana bizzat yaşatmasıdır. filmin içine girebilmek gibi bir tabir vardır mesela, insanın içini ürperten, iliklerine işleyen yapımları gözdem sayarım. işte o acıyı (oyunculuğun iyi olması en önemli etken) taa yüreğin derinlerinde hissedebileceğiniz kadar iyi bir film yapılmış. özellikle Nesrin karakterinin (kendi adı ile rol verilmiş) erkek arkadaşının sorguda öldüğünü haber aldıktan sonraki sahneleri bizzat yaşadım desem yalan olmayacak. ekstra bir not olarak Engin Çeber'e ithaf edilmiş yapım. fragman için tık.
en son izlediğim oyunculuğu ise Murat Saraçoğlu'nun Yangın Var filmi. Cemal Şan'ın Nesrin'de gördüklerine karşılık Murat Saraçoğlu'nun gördüğü sadece Türkan Şoray benzerliği sanırım. zaten filmi de Selvi Boylum Al Yazmalım üzerinden kurgulamışlar. bu filmde Nesrin oyunculuk adına bir adım geriye gitmiş gibi, zira karakterin ahım şahım bir numarası da yok aslında, karakterin fakir olması onun yeteneğini de biraz sınırlamış haliyle. film genel olarak değerlendirildiğinde verdiği mesaj ve komedi unsurları olarak fena değil tabi. Sadece Türkan Şoray benzerliğini fazla zorlamış ve karakteri görsel bir unsur olmaktan pek öteye götürmemişler gibi geldi bana.
şöyle bir bakarsak, Audrey Tautou'ya da benziyor. bir de farklı versiyon Amelie mi çekerler diye merak ediyorum aıkçası.
Nesrin Cavadzadeyi takipteyiz efendim.